Son yıllarda sosyal medyanın, kahve dükkanlarının ve sağlıklı yaşam trendlerinin en gözde içeceklerinden biri: matcha latte. Instagram’da rengiyle büyüleyen fotoğraflar, “detoks etkisi” söylemleri ve “enerji veriyor” iddialarıyla birçok kişi bu yeşil içeceğe bağlanmış durumda. Ama gelin görün ki benim için matcha latte, moda uğruna katlanmaya çalıştığım en başarısız deneyimlerden biri oldu.
Meraktan sipariş ettiğim ilk matcha latte, beklentilerimle hiç uyuşmadı. Bardaktan yükselen tozumsu ve yosunumsu koku zaten beni hazırlıksız yakalamıştı. Bir yudum aldığımda ise umduğum o hafif tatlı, ferah içecek yerine, ıslak ot tadına yakın bir şey hissettim. Sütle birleşen o yoğun kıvam da cabası. Kısacası, ilk denememden sonra içimde “bir daha asla” cümlesi yankılandı.
İşin ilginci, etrafımdaki birçok insan matcha latte’ye bayılıyor. Kimisi “enerjimi toparlıyor” diyor, kimisi “kafeine alternatif” diyerek övüyor. Benimse aklımdan geçen şu: Belki de herkes trendi kaçırmamak için övüyor. Çünkü gerçekten içimden geçen dürüst yorum, bunun “yeşil renkli bir çimen suyu” olduğudur.
Belki de bu nefretimin sebebi kahveye olan bağlılığımdır. Kahvenin yoğun aroması, acısıyla dengelenmiş tadı ve verdiği alışıldık enerji, matchanın yanında bana çok daha güvenilir geliyor. Matcha latte’nin “toprak kokusuyla huzur” dediği şeyi ben “bayat ot kokusu” olarak algılıyorum.
Elbette bu yazı tamamen kişisel bir deneyim. Matcha latte’yi sevenlere sözüm yok, hatta onlar için belki bir yaşam tarzı. Ama bana sorarsanız, o parlak yeşil rengiyle ne kadar estetik görünürse görünsün, içimi açmıyor. Trend uğruna katlanmaya değer bir içecek değil. Benim için matcha latte, modern dünyanın en anlaşılmaz modalarından biri olmaya devam edecek.